“İnsanların umutlarıyla oynama, belki sahip oldukları tek şey odur.” Konfüçyüs
Subayla yüz yüze geldik. Uzun boylu, lekesiz üniformasının içinde sırım gibi duruyordu. Uzun bir yolculuktan sonra pejmürde ve pasaklı olan bizimle ne büyük bir tezat oluşturuyordu! Sol eliyle sağ dirseğini kavramış, tasasız bir rahatlık havasına bürünmüştü. Sağ eli havadaydı ve işaret parmağıyla, rahat bir endamla sağı veya solu gösteriyordu. Bu hareketin arkasındaki şeytanca anlam konusunda, hiçbirimizin en küçük bir fikri bile yoktu.
Sıra bana gelmişti. İşi oluruna bıraktım. Beni tepeden tırnağa süzdü, duraksar gibi oldu, daha sonra ellerini omuzlarıma koydu. Zeki görünmek için elimden geleni yaptım, SS subayı beni yavaş yavaş sağa çevirdi, böylece sağa yöneldim.
O akşam bize parmak oyununun anlamını anlattılar. Yaşamamız ya da yaşamamamız konusundaki ilk karar, ilk seçim anlamına geliyordu. Bizimle gelenlerin yaklaşık yüzde 90’ı gibi büyük bir çoğunluk için bu, ölüm anlamına geliyordu. Sola gidenler.
Gaz odaları
Bu karar, sonraki birkaç saat içinde uygulanmıştı. Sola gönderilenler istasyondan doğruca krematoryuma gidiyordu. Orada çalışan birisinin anlattığı kadarıyla, bu binanın kapılarında çeşitli Avrupa dillerinde “banyo” yazıyormuş. Binaya girerken her tutukluya bir parça sabun veriliyormuş ve daha sonra… bereket versin ki daha sonra olanları anlatmam gerekmiyor. Bu tüyler ürpertici işlem konusunda birçok şey yazıldı.
Gaz odasından kurtulan ve gelenlerin çok küçük bir kısmını oluşturan bizler, gerçeği akşam öğrendik. Bir süredir orada bulunan tutsaklara, meslektaşım ve arkadaşım P’nin nereye gönderilmiş olabileceğini sordum.
“Sol tarafa mı gönderildi?”
“Evet,” diye cevap verdim.
“O zaman onu orada görebilirsin,” dedi birisi.
“Nerede?”
Bir el, Polonya’nın gri gökyüzüne alev saçan, birkaç yüz metre ötedeki bir bacayı gösterdi. Bacadan uğursuz bir duman bulutu yükseliyordu.
“İşte arkadaşın orada, cennete yükseliyor.” diye cevap verdi birisi. Ama açık seçik anlatılana kadar gerçeği anlayamamıştım.
Auschwitz kampındaki ilk gece
Auschwitz kampındaki ilk gece yattığımız yataklar, ranzalar halinde düzenlenmişti, İki-iki buçuk metre kadar olan her bir ranzada, kuru tahtanın üzerinde dokuz kişi yatmıştık. Her dokuz kişi için iki battaniye verilmişti. İçerisi buz gibiydi. Buraya gelirken geçirdiğimiz dört günlük yolculuk boyunca yediğimiz tek şey yüz elli gramlık bir ekmek parçasıydı. Barakaların arası pislikle doluydu ve ne kadar temizlemeye çalışırsak, o kadar çok pisliğe bulanıyorduk. Yeni gelenleri lağım temizleme işiyle görevlendirmek, tercih edilen bir uygulamaydı. Genellikle olduğu gibi, tutuklu pisliği engebeli arazide taşırken yüzüne pislik sıçradığında, bir iğrenme belirtisi gösterdiği veya yüzünü silmeye kalkıştığı zaman, Kapolar tarafından dayakla cezalandırılıyordu. Böylece normal tepkilerin bastırılması hızlanıyordu.
Ateşi çok yüksek, çoğunlukla hezeyanlı, birçoğu da can çekişmekte olan tifüslü hastaların bulunduğu bir barakada bir süre kalmıştım. Hastalardan birisi öldükten sonra, her ölümle birlikte defalarca tekrarlanan aşağıdaki sahneyi, coşkusal bir alt-üst oluş yaşamaksızın izledim. Tutuklular, teker teker, hâlâ sıcak olan cesede yaklaştı. Birisi, patates ezmesinden arta kalanları kaptı; bir diğeri tahta takunyalarının kendisininkinden daha iyi olduğuna karar verip değiştirdi. Üçüncü bir tutuklu ölünün paltosuna el koydu, bir diğeri de gerçek kaytan bulmaktan (bir düşünün!) memnunluk duymuştu.
Viktor Frankl kimdir?
Dr. Viktor E. Frankl
Bu çarpıcı satırları, babası, annesi, erkek kardeşi ve karısı nazi toplama kamplarında öldürülmüş ve bu nedenle kız kardeşi hariç, ailesinin tamamını kaybetmiş olan psikiyatrist Dr. Viktor Frankl’ın kitabı “İnsanın Anlam Arayışı”ndan okudum size.
Kitap, toplama kamplarında yaşanan büyük dehşetlerden ziyade, yaşanan sayısız küçük acıları anlatıyor. Ortalama bir tutuklunun toplama kampındaki gündelik yaşamı nasıl bir şeydi? İşte videonun giriş kısmında okuduğum hikâye buna dair küçük bir ipucu verebiliyor fakat asla anlamamızı sağlamıyor.
Elbette insanlık tarihi II. Dünya Savaşı’ndaki toplama kampları gibi pek çok trajik olayı defalarca kez yaşadı. O bir ilk değildi, maalesef son da değil. Bugün bile birçok insan (Doğu Türkistan’daki Uygur Türkleri gibi) toplama kamplarında tutularak bu ve benzeri zulümleri hâlâ yaşamaya devam ediyor. Ne yazık ki… O yüzden her birimizin bunun gibi hikayelerden çıkarması gereken çok büyük dersler var.
İnsanı yaşama bağlayan şey ne?
Fakat biz bu videoda olaylara farklı bir pencereden bakacağız. Dr. Frankl’ın kitabında yanıtını aradığı soruların penceresinden. İnsan ne için yaşıyor? Hayatın anlamı ne? Her şeyini kaybetmiş, bütün değerleri yok edilen, açlığın, soğuğun ve acımasızlığın altında ezilen, her an her saat imha edilmeyi bekleyen bu insanlar nasıl oldu da yaşamı sürdürmeye değer bulabildi? İntihar etmedi.
Herhalde bu soruların cevabını yıllarını toplama kamplarında geçirmiş bir psikiyatristten daha iyi kimse veremezdi. O yüzden doktora kulak verelim. Frankl diyor ki: “Geleceğe (kendi geleceğine) inancını yitiren tutuklunun sonu geliyordu.” Nasıl yani? Bakın kendi ağzından çarpıcı bir hikaye ile nasıl olduğunu okuyayım:
Hayatın anlamını yitirmek
Tutuklu geleceğe olan inancını yitirince, manevi bağını da yitiriyordu; kendi çöküşüne, ruhsal ve fiziksel çöküşüne göz yumuyordu. Bu da genellikle, deneyimli kamp sakinlerinin belirtilerini bildirdiği bir kriz halinde, birdenbire ortaya çıkıyordu. O anda hepimiz -kendimiz için değil, çünkü bu anlamsız olurdu, arkadaşlarımız için- korkardık. Bu genellikle, tutuklunun bir sabah giyinip yıkanmayı ya da toplanma alanına gitmeyi reddetmesiyle başlardı. Ne yalvarıp yakarmalar, ne dayak, ne de tehditler işe yarıyordu, öylece kımıldamadan yatıyordu. Krizi yaratan şey bir hastalıksa, revire götürülmeyi ya da kendi yararına bir şey yapmayı reddediyordu. Kısaca pes ediyordu. Olduğu yerde, kendi dışkısının üzerinde öylece uzanıp kalıyor, artık hiçbir şeye aldırış etmez oluyordu.
Bir keresinde, geleceğe inancın yitirilişiyle bu tehlikeli pes ediş arasındaki yakın ilişkiye dair dramatik bir olaya tanık oldum. Oldukça ünlü bir besteci ve libretto yazarı olan kıdemli blok muhafızımız F, bir gün bana şunları söyledi:
F’nin rüyası
“Sana bir şey anlatmak istiyorum, Doktor. Garip bir rüya gördüm. Rüyamda bir ses, bir şey isteyebileceğimi, bilmek istediğim şeyi söylememin yeterli olduğunu, ne sorarsam sorayım yanıt verebileceğini söyledi. Ne sordum dersin? Savaşın benim için ne zaman biteceğini sordum. Ne dediğimi anlıyorsun: Benim için! Kampımızın ne zaman özgürlüğe kavuşacağını, acılarımızın ne zaman biteceğini bilmek istemedim.”
“Peki bu rüyayı ne zaman gördün?” diye sordum.
“1945 Şubatı’nda,” diye yanıtladı. Rüyayı anlattığında Mart başlarıydı.
“Rüyandaki ses ne dedi?”
“30 Mart,” diye fısıldadı saklamak istercesine.
F., bu rüyayı bana anlattığında hâlâ umut doluydu ve rüyadaki sesin doğru çıkacağına inanıyordu. Ama vaat edilen gün yaklaştıkça, kampa ulaşan savaş haberleri, o gün özgür olmamızın pek de olası olmadığını gösteriyordu. 29 Mart günü F., ansızın hastalandı ve ateşi çok yükseldi. Kehanetinin, savaşın ve acıların kendisi için biteceğini söylediği 30 Mart günü hezeyana girdi ve bilincini yitirdi. 31 Mart günü ölmüştü. Dışarıdan bakıldığında ölüm nedeni tifüstü.
Bir insanın ruhsal durumuyla -cesareti ve umudu ya da bunların bulunmayışı- vücudunun bağışıklık durumu arasında ne kadar yakın bir ilişki olduğunu bilenler, umut ve cesaretin birdenbire yitirilmesinin öldürücü bir etkisi olabileceğini anlayacaktır. Arkadaşımın ölümünün nihai nedeni, beklediği özgürlüğün gelmemesi ve ağır bir hayâl kırıklığı yaşamasıydı. Bu, vücudunun, uykuda olan tifüs salgınına karşı direncini birdenbire düşürmüştü. Geleceğe olan inancı ve yaşama istemi felce uğramış ve bedeni hastalığa yenik düşmüştü; böylece rüyasındaki ses haklı çıkmıştı.
Kurtuluş beklentisi
Doktor Frankl, bu durumun 1944 sonunda, 1945 Noel’inden hemen önce, ölümlerin normalden kat kat fazla artış göstermesiyle de benzerlik gösterdiğini ortaya koyuyor. Tutukluların çoğunun yılbaşına kadar tekrar evlerinde olacağı yönünde safça bir umutla yaşamış olmaları, ama gelen haberlerin hiç de cesaret verici olmaması sebebiyle hayal kırıklığına uğramaları ve yaşama arzularını kaybetmeleri, onların ölümüne sebep olmuştu.
Logoterapi
“Yaşamak için bir neden’i olan kişi, hemen her nasıl’a katlanabilir.” Friedrich Nietzsche
1997’de hayatını kaybeden Victor Frankl, tüm tecrübelerinden ve çalışmalarından damıttığı bir psikoterapi yaklaşımı geliştirmiş. Adına da logoterapi demiş. Kitabının ikinci bölümünde bundan bahsediyor.
Logoterapi hasta tarafından gelecekte yerine getirilecek anlamlar üzerine yoğunlaşıyor. Hasta yaşamının anlamıyla karşı karşıya getiriliyor ve bu anlama yönlendiriliyor. Çünkü Frankl’a göre kişinin kendi yaşamında bir anlam bulma arayışı, insandaki temel güdülendirici güçtür. Ancak burada önemli bir nokta var. Bu anlam sadece kişinin kendisi tarafından bulunabilecek özel ve eşsiz bir yapıdadır.
Yaşam amacınızı bulun
Benim anladığım kadarıyla Frankl’a göre dünyaya gelmiş her insanın hayatının bir anlamı ve amacı vardır ve kimileri bunun farkında iken kimileri bunu bulamaz ve bu bilinmezlik de insanı kişiliksizleştirmeye götürür. İnsan sınırlarını aşabilen tek canlıdır ve kendi idealleri ve değerleri için yaşayabilme ya da ölme yetisine sahiptir.
Toplama kamplarında bunca zulme rağmen yaşayabilenler sadece hayatlarına bir anlam katabilen, bir amaca bağlanabilen insanlardı.
Bazen sevilen bir insana ilişkin sımsıkı korunmuş imgeler, bazen dini inanç, bazen mizah duygusu, bazen de doğanın sunduğu minicik bir güzellik (bir ağacı görebilmek, bir gün batımını izleyebilmek gibi) insanın açlığa, korkuya, haksızlığa ve aşağılanma karşısındaki derin öfkeye katlanmasını mümkün kılıyordu.
Bunu bugün normal yaşantımızda da görüyoruz. Bazen eşini kaybetmiş yaşlı bir insanın yaşadığı acıya dayanamayarak çok kısa bir süre sonra kendisinin de hayatını kaybettiğini, ya da kansere yakalanmış bir hastanın geleceğe dair hiçbir beklentisi ya da bekleyeni olmadığında ölüm oranının çok daha fazla yükseldiğini görebiliyoruz.
Yani biz, insanlar, yaşamamızı sağlayan çok fazla araca sahip olmamıza karşın, uğruna yaşayacağımız bir amaç olmadığında bitiyoruz.
Bir askerlik anısı
İzmir’de askerlik yaparken, terhis günü gelmiş üst devreden bir askerin ilginç bir hikayesine şahit olmuştum. Çocuk bölük komutanına yalvarıyordu:
“Komutanım nolursun beni gönderme. Ben burada kalmak istiyorum. Sizin askere ihtiyacınız yok mu? Ben hizmetime devam etmek istiyorum.”
O askerin bunu söylemesinin sebebi neydi biliyor musunuz? Çünkü annesini babasını kaybetmişti ve dışarıda çalışabileceği bir işi yoktu. Dışarı çıktığı anda hayattan bekleyebileceği hiçbir şey yoktu.
Halbuki orada, kışlada, yaşamasının bir amacı vardı. Devletine, milletine hizmet ediyordu. Yatacak yeri, yiyecek yemeği, güzel dostluklar kurduğu arkadaşları vardı. Oysa dışarıda bunların hiçbiri yoktu.
Sonuç:
Bu kitabı hepinize tavsiye ediyorum, mutlaka bir tane edinin. 166 sayfa. İnce bir kitap.
Benim bu kitaptan çıkardığım ders şu:
Hepimiz şöyle bir durup düşünmeliyiz ciddi ciddi. Yaşamıma anlam katan bir şey var mı? Ne için yaşıyorum? Bunu bulmak için çaba sarf ediyor muyum? Vatanıma, milletime, aileme faydalı bir insan olmak için küçük de olsa bir şey yapıyor muyum?
Okuduğum kitaplar ve bu Youtube k****ı aracılığıyla sizlerle bağ kurmak benim hayatıma anlam katan şey. Ve her birinizin verdiği küçük desteklerle bu anlam her gün daha da büyüyor. Daha fazla insan bilim konuşuyor, daha fazla insan kendini gerçekleştirme konusunda bir adım atıyor. Bunun için sizden küçük bir ricam olacak. Bugün hayatınıza anlam katacak, diğer insanların da faydalı içerikler izlemesini sağlayacak bir şey yapın ve bu k****a bir arkadaşınızı davet edin. Daha önce aramızda olmayan birini ailemize katın. Şimdiden teşekkürler. Bir sonraki videoda görüşene kadar hoşça kalın.
Kaynaklar ve İleri Okuma:
İnsanın Anlam Arayışı – VICTOR E. FRANKL
yorum Yap