“Eylemin başlangıcı düşünce değil, sorumluluk almaya hazır olmaktır.”
Dietrich Bonhoeffer
Daha güzel bir dünya ile birlikte daha güçlü, yurttaşları mutlu bir Türkiye, yeni bir binyıla girerken en temel ortak özlememiz. İnsanoğlunu diğer canlılardan ayıran en önemli özelliklerden biri de, özlemlerini gerçek kılmak için gerekli araçları yaratabilme ve çözüm üretebilme yeteneği. O halde bu, gerçekleştirilebilir bir özlem. Ancak önce yolun neresinde olduğumuzu doğru tespit edebilmemiz gerek.
Saygın ülke olmak için vatandaş mutluluğunda hem yüksek bir performans sağlamamız, hem de böylesi bir performansa ulaşmak için oluşturduğumuz modellerle dünyaya örnekler sunmamız gerekiyor. Yapılan bir çalışmaya göre, ülkemizdeki vatandaşların yaklaşık %75’i, başka bir deyişle, dörtte üçü mutsuz. AB ortalamasına baktığımızda bu oran %17. Gelir dağılımına baktığımızda 104 ülkeden 70. sıradayız. En üst gelir diliminde yer alan nüfusumuzun %1’i ayda 7.5 milyar TL ile geçinirken, en alt kesimdekiler ayda 32 milyonla yaşamını sürdürüyor. Nüfusumuzun %75’inin aylık geliri, 500 milyon TL.’nin altında. Yolsuzluk konusunda ise 99 ülke içinde 54’üncüyüz.
Ülkemizde insanlarımızın dörtte üçünün yaşamından memnun olmaması, önemli değişikliklere açık olmamız gerektiğini ortaya koyuyor. Son günlerde bizlere ümit veren bu türden bir değişim, yolsuzlukların üzerine gidilmesidir. Yolsuzlukla ilgili bilgiler bize ulaştığında, biraz daha hayrete düşüyoruz ve birçoğumuz bundan infial duyuyoruz. Ancak, toplumdaki yolsuzluğun yalnızca önümüze çıkanlarla sınırlı olmadığının bilincinde olmamız gerek. Eğer kaliteli bir yaşam istiyorsak, sorumluluk almalı, hesap verebilirliği ve tutarlılığı her birimiz yaşamalıyız. Örneğin trafik kurallarına ne kadar uyduğumuzu, uymayanları ne kadar uyardığımızı sorgulamalıyız. İskan izni olmayan konutlarda oturmayı nasıl içimize sindirdiğimizi düşünmeliyiz. Kendimize sormalıyız, herhangi bir sorumluluk isteyen pozisyona bir kişiyi yerleştirirken, ya da önerirken hangi ölçütleri temel alıyoruz? Onun “bizden” biri, yani hemşehrimiz, okul arkadaşımız, aynı çevreden bir kişi olmasını mı, yoksa onun varolan alternatifler içinde gerçekten en nitelikli, göreve en uygun, en ehil, kısacası “en iyi” olmasını mı?
Kendimizle giriştiğimiz hesaplaşmaya paralel olarak, toplumun önünde yeni bir ufkun açılması için harcanan çabalara, her birimiz kendi alanından katkıda bulunmalıyız. Sürekli gelişmenin gerçekleşebilmesi, hesap verebilirlik, görünürlük, saydamlık, tutarlılık ve etkinlik vazgeçilmez kavramlardır. Bunlardan korkmamalıyız. Her türlü kamu faaliyetlerin dış denetime açılmasının ne gibi bir sakıncası olabilir ki? Devlet sırrı, bankacılık sırrı gerekçesiyle kamu kaynaklarının kullanımı konusundaki bilgilerin vatandaşla paylaşılmasının ne gibi bir sakıncası olabilir? Vatandaşa, kendisine sunduğumuz hizmetlerle ilgili hesap vermekten kaçınmamızın ne gibi bir yararı olabilir?
Çağdaş uygarlık seviyesine yükselmek için Toplam Kalite Yönetimi’nde söylemin ötesine geçmek ve onu bir eyleme dönüştürmek için uygulamalara başlamalıyız. Sadece yolsuzlukla değil, aynı zamanda savurganlıkla ve verimsizlikle de mücadele etmeliyiz.
Uluslararası topluluğun saygın bir üyesi olarak ön sıralarda yerimizi almak için dünyaya iyi örnekler sunmalı, dünyaya katkıda bulunmalıyız. Bu şekilde baktığımızda, hedefimiz, öncelikli olarak Avrupa Birliği’ne girmek değil, AB’nin takip edeceği iyi örnekleri oluşturmak, Avrupa için vazgeçilmez bir duruma gelmek olmalıdır.
Yurttaşları daha mutlu, yaşanılası bir ülke yaratmak ve dünyanın ürettiği ortak akla, katkıda bulunmalıyız. Bu sürece kendimizden başlamalı, sorumluluklarımızı etkin bir biçimde yerine getirmeli, hesap verebilirliğimizi en üst düzeyde yaşamalı, belki de en önemlisi, “bizden olan” değil, “en iyi olanı” seçmeliyiz, önermeliyiz. Kısacası, özlemek, istemekle yetinmemeli, eyleme geçmeli, Toplam Kalite ilkelerini yaşamın her alanında benimsemeli, benimsetmeliyiz.arguden
yorum Yap